BENLİK
- Ceren Ertem
- 9 Ağu 2023
- 38 dakikada okunur
Sorular;
*Bilinç nedir?
*Benlik özellikleri ve benlik nedir?
*Bilinç ve beyin bağlantısı nedir?
Tüm soru başlıklarını içererek incelemeye başlıyorum,
Bilinç -> bilinmiyor
Beyin -> biliniyor
Bilincin beyinle bağlantısı -> bilinmiyor
Bilincin = Beyin olduğunu -> bilmiyoruz
Bilinç = değildir Beyin olduğunu da -> bilmiyoruz
Bilincin var olduğunu bilmiyoruz
Bilincin varlığını hissediyoruz, düşünebiliyoruz.
Peki, biz neleri düşünüp hissedebiliriz?
Ürettiğimiz hayalleri ve duygularımızı (bize ait). Duyguları bu içerikten çıkartarak devam etmek istiyorum çünkü duygular hormonlarla kanıtlanabiliyor ve yönetilebiliyor.
Çünkü hayaller(düşünceler) hiçbir şekilde kanıtlanamaz. Hayal eden birinin bunu hayal etmediğini söylersek, "Hayır, ettim!" dışında bir kanıt sunamaz. Ve hak verirsiniz ki bu da bir kanıt değildir. Hayaller kişiye bağımlıdır ve tüm, bütün haliyle olduğu gibi aktarılıp, paylaşılamaz. Hayalleri düşünebilir, hissedebiliriz. Kurduğumuz hayaller iyiyse mutlu, kötüyse üzgün hissederiz. O halde bilincin de varlığını hayallerle özdeşleştirebilir miyiz?
Hayaller tamamen aktarılamaz = bilinç de tamamen aktarılamaz
Bilinci hayal gibi düşünürsek, bilinç de hayaller gibi kişiye özgü bir deneyim olacaktır. (Tamamen olduğu gibi paylaşılamaz ve aktarılamazlar.)
Bilinç = değildir yoktur - Bilinç = değildir vardır
Çünkü bilinci, hayallerle özdeşleştirirsek düşünebiliriz, hissedebiliriz (düşüncelerimizden doğan duygularla) ama kanıtlayamayız.
Hayal, kişi onu hayal ettikçe var olur.
Bilinç, kişi onu tasavvur edince vardır.
(Hayal ve bilinç özdeşleştirmesinden hareketle)
Yani bilince var diyebilmek için düşünen bir beynin onu tasavvur etmesi şarttır. Bilinç ancak böyle var olabilir. Hayaller gibi.
Hayal kurmazsak, ortada bir hayal olamaz. Fakat yaşayan bir beynin içinde bir hayal kurulursa ancak o zaman var olan bir hayal olabilir. Fakat bunu o kişi dışında kimse bilemez. Aktarılabilir (benzetmelerle anlatılabilir, maddeye dönüştürülerek nesnelerle şekillendirilebilir) fakat tamamen olduğu gibi aktarılamaz. (hayal eden kişinin hayalindekinin aynısı başka birinin zihninde oluşamaz)
Böylece hayallerle bilinci bağdaştırırsak şunu buluruz -> Bilinç, bir canlının beyninde tasavvur edildiği müddetçe vardır. Bir başkasına, örneğin:
A bilinci -> B bilincine aktarılabilir fakat tamamen aktarılamaz.(yukarıdaki parantezlerce) Yani
A=A'dır B=B'dir. Bu yüzden A bilinci, B bilincine aktarılırsa bu ancak AB bilinci olabilir. Yani B bilinci artık A bilincini tanır. Fakat saf A bilincini bilemez. Çünkü A yalnız değildir ve A, A'yı bilir. B, B'yi bilir. B bu yolla yalnızca B fikriyle A'yı bilebilir. Yani örneğin, tahin pekmezi karışık tatmış biri AB fikrini edinir. Saf tahini ya da saf pekmezi değil. Saf tahini tadan biri acı bir tat alacaktır. (fakat henüz bunun acı olduğunu bilemez.) Bu yüzden tahinden sonra pekmez deneyimlendiğinde pekmezin ne kadar tatlı olduğu fikrini edinecektir. Fakat ilk önce saf pekmez tadan biri için durum böyle olmaz. Saf pekmez tadan biri bunun ne kadar tatlı olduğunu tadacaktır. (Fakat burada dikkat edilmesi gereken şu; saf A'yı bilen biri onun A'nın doğası olarak görür. Yani B'yi hiç bilmeyen biri A'yı kıyaslayamaz. Sıcağı bilmeyen biri soğuğa, soğuk diyemez. Çünkü soğuk dışında başka bir şey yoktur. Bu sebepten bir kıyaslama da doğmaz. Burada yapılan tadımlarda acıyı tadan tatlıyı denemeden, tatlının varlığını bilmemektedir.) Tahini yediğinde tahinin ne kadar acı olduğunu söyler.
A'ya <- B eklenirse = AB ( A bilincinde B) (Tahin üzerine yenen pekmezin, pekmezin tatlı olduğu fikri edinilecek)
B'ye <- A eklenirse = BA (B bilincinde A) (Pekmez üzerine yenen tahinin, tahinin acı olduğu fikri edinilecek)
Hatta şunu da ekleyebiliriz,
Tahin fazla olursa acı bir tahin pekmez = Ba
Pekmez fazla olursa tatlı bir tahin pekmez = Ab düşünülebilir.
*Burada ikincileri küçük yazmamın sebebi aynı anda tadılan yani bir tahin pekmez karışımı tadan biri için AB-BA formunda büyük olanlar baskın tat, küçük olanlar hafif tat olarak.
Ama derseniz aynı anda eşit tatta bir tahin pekmez olursa bu formu nasıl yazarız, o size kalmış. Tahini seviyorsanız BA, pekmezi seviyorsanız AB deyin. Sonuç olarak tahin pekmez olmuyor, pekmez de tahin. Sadece birbirlerine karışıyorlar. Yani AB-BA oluyorlar.
Bu şu demek, A bilincinde bir varlık, B'nin farklılığını A'ya göre yorumlar. B bilincindeki bir varlık da A'yı B'ye göre yani kendi doğasına göre yorumlayacaktır. Yani A, B'yi asla saf B olarak bilemez. Sadece A bilincinde bilebilir. B bilincine erişemez. Dolayısıyla bilinç saf aktarılamaz ve başka bir bilinç tarafından saf şekilde deneyimlenemez.
Şimdi biri tahinin acı olduğu fikrini pekmezi denemeden bilemez. Aynı şey pekmez için de geçerlidir. Yani buradan şu çıkar; A, B'yi deneyimlemeden A olduğundan bihaberdir. Kendisine B diyebilir hatta B'den bihaber biri de A'ya B diyebilir. Fakat B'yi deneyimlediğinde ancak o zaman A'nın A olduğunu bilebilir. (Burada görecelilik işin içine giriyor. Soğuk, daha soğuk bir olguya göre sıcaktır. Ama soğuk soğuktur ve daha sıcağa göre kesinlikle soğuktur. Bundan detaylıca sonra bahsedeceğim.)
Bunu hayal gücüyle örtüştürmeyi deneyeceğim. Diyelim ki bir elma düşündük. Fakat elmanın ne olduğunu bilmediğimizi var sayalım. (tane tane ilerlemeye çalışıyorum) Elmanın doğasını, fikrini, şeklini herkes farklı düşünür. Kişi kendi doğasına göre, hayal gücüne ve tecrübelerine göre yorumlar.
Kimi şekilsiz = A
Kimi biçimli = B
Kimi renkli = C
Kimi renksiz = D
Kimi tatlı = G
Kimi tuzlu = H
Kimi yenmediğini= İ
vs.. olarak kendi hayatındaki tecrübe ettiği olgulara ve "elma" kelimesinin ona çağrıştırdığı başka nesnelerden etkilenerek elmayı hayal eder.
Burası önemli!
Dolayısıyla sonuç A = değildir B = değildir C = değildir D = değildir F = değildir G = değildir H = değildir İ.
Ve elma hayal edilmediği müddetçe ortada ne elma olur ne de hayal. Dolayısıyla bilinç tasavvur edildiği müddetçe var olabilir ve ait olduğu beyne aittir. Ve başkası tarafından tamamen deneyimlenemez. Sadece kıyaslanılabilir. Sonuç olarak bilinç vardır fakat bir beyin tarafından farkında olunup, deneyimlendiği müddetçe var olabilir.
O zaman bilinç yok da olabilir. Bilinç tasavvur edilmezse, farkında olunup deneyimlenmezse yok olacaktır. Hatta hiç var olmamış dahi olabilir. O zaman bilinç hem var hem yok olabilir. Ya da zamansal var olur. (düşünüldüğü müddetçe)
Zihnimizde biriyle yaşadığımız bir problem düşünelim. Bu bizde nefret, üzüntü, gerginlik gibi duygular hissettirecektir ama bu problemi hayal etmezsek ortada hiçbir üzüntü, keder vs. duygusu olmaz. Yani beyin ve hormonlar tetiklenmez. Dolayısıyla bilinç oluşturulduğu ve tepki haline dönüştüğü zihinlerde var olur. (bir eylemselliğe dönüşebilir ve bu eylemlerin nedeni olarak kanıtlanabilir.) Peki bilinç beyinde nasıl tetiklenebilir ve var olabilir? Yani gerçek maddeye dönüşebilir?
Farkındalık, neyi neden yaptığımızı bilmektir. Sonucun sebebini bilmektir. Sadece sonuç bilinirse, sadece yaşanan duygu bilinir fakat bize onu tecrübe ettiren temel sebep, tetikleyen sebep-neden bilinçtir. Ve bu bilincin varlığını tasavvur ettiğimiz müddetçe bilebiliriz. Yani edinilen hayaller, kurgular, düşünceler ->duygulara, duygular da -> eylemlere dönüşür.
Biz beyni incelerken direkt olarak eylem kısmını inceliyoruz. Eylemlerin de eylemsel nedenleri vardır. Örneğin, ben ona zarar verdim çünkü o bana zarar vermişti. Burada iki eylem birbirinin nedeni ve sonucudur. Yani beyini incelerken atladığımız şey düşünce ve duygu kısmının geliştiği zihinsel süreçtir. Peki zarar verme eylemime sebep olan zarar verme nedeni nedendi? asıl soru bu olmalı. İşte biz beyni incelerken kasların, lobların vs. eylemlerinden eylemsel sonuçlar çıkartıyoruz. Yani bu kas zarar görürse bu hastalık olur. Bu zeka türü bu lobdan daha çok etkilenir gibi.. Bunlar zaten eylemlerdir. Eylemlerin doğurduğu eylemler. Burada beyinin düşünce, hayal, kurgu kısmını atlıyoruz. Ama yapılan büyük hata aslında beyin ve bilincin bir bütün olduğunu sanmaktadır. A = değildir B. A, B'yi yalnızca A fikrince bilebilir. Burayı en sonda tekrar açıklayacağım. Ama atladığımız bu düşünce kısmını bir örüntüye koyarsak ve incelersek,
Soyutsal hareketler (düşünce, fikir, "duygu") -> eylemleri tetikler, değiştirir.
Eylemler de -> soyutsal hareketleri tetikleyebilir, değiştirebilir.
Soyutsal hareketler ve eylemler birbirlerini yalnızca tetikler. Birbirlerinin nedeni ve sonucu olabilirler. Hatta bir eylemin de bir başka eylemin nedeni ve sonucu olabileceğini de yukarıda gördük. Fakat soyut = değildir madde olduğu için iki farklı kavram karıştırılmamalıdır.
KANITLAMA- * düşünceler mavi, duygular pembe ve eylemler kırmızı*
Biri bir düşüncesinden (diyelim sizin karakterinizin onun karakterine ters düştüğü düşüncesine vardı) kaynaklı öfke yaşadı. Bu öfke ile size hakaret etti. Fakat bunun yanlış olduğunu düşündü ve pişman oldu. Gelip özür diledi.
Burada düşüncenin -> duyguları, duyguların -> eylemleri tetiklediğini ve bunun başkalarına da etki ederek onlarda da bu döngünün sürüp gidebileceği ve başta bahsettiğim AB,BA vs. aktarımının sürekli olarak gerçekleştirileceğini anlatmaya çalışıyorum. Devam edelim,
Özür dilediği için hakaret edilen kişi onun hakkındaki kötü düşüncesini değiştirdi (artık onun iyi olduğunu düşünüyor). Bu sebeple öfkesi dindi ve artık ikisi selamlaşıyor.
Düşünce -> duygu -> eylem -> düşünce -> duygu -> eylem -> düşünce ... sonsuza dek gider.
İşte bu örüntüde beynin sadece eylem kısımlarıyla ilgileniyoruz. Örüntüye bakarsanız düşünce ve duygu kalktığında eylem -> eylemi doğuruyor gibi görünüyor.
Yani bir kas zarar görürse (eylemsel bir neden), hastalık olur (yine eylemsel bir sonuç). Peki kasın zarar görmesine sebep ne oldu?(eylemsel neden), bir kaza (eylemsel sonuç), kaza neden oldu? hızlı gidiyordu. Neden hızlı gidiyordu? bir yere yetişmesi gerekiyordu. Neden gerekiyordu? Acil bir telefon aldı. Neden aldı? Yardıma ihtiyaç varmış. Neden varmış? başka bir kaza olmuş. Neden olmuş ... Dikkat ederseniz somut ve soyut hiç kesişmiyor. Bu evrenin varoluşuna kadar gider. Bu yüzden bu kısmı atlıyoruz. Asıl soru sadece neden demekte değil. Bunun olmasına sebep olan duygu, bu duyguyu tetikleyen düşünce neydi? Baştan bakalım mı?
Bir kas zarar gördü ve hastalık oldu. Kasın zarar görmesine ne sebep oldu? kaza. Kazanın olmasına sebep olan duygu neydi? Telaş. Telaşı ne tetikledi, acil arama. Acil aramada ne denmiş, bir kaza olduğu. Bu kazaya ne sebep olmuş (duygusal)? duyduğu üzüntüden kaynaklı bir dikkatsizlik. Neden üzülmüş çünkü aldatılmış -daha derine iniyoruz şimdi- aldatıldığını düşündüren nedir? evde bulduğu rujlu bir bardak. Örüntüyü tersten inceledik ve tek tek eylemden duyguya duygudan da düşünceye vardık. İşte kaçırdığımız nokta burası.
Somut = değildir soyut olduğundan somut ve soyut bir arada birbirinin nedeni olarak incelenebilir fakat asla eşit olamazlar. Bu yüzden beyin = değildir bilinç. Sadece sebebi ve sonucu olabilir. Buraya tekrar, tekrar döneceğim.
Düşünce bilinci var eder. Elma örneğinde olduğu gibi. Elma hayal edilmedikçe orada bir elma olmaz. Düşünüldüğünde elma var olmaya başlar. O zaman "benlik" bilinçle var oluyorsa yani soyutsa, bilinç benliğin nedeni olabiliyorsa, bilinç de düşünceyle var olabilir. Yani kendinin farkında olmayan, hatırlamayan hastalar elbette varlar. Çünkü başka biri tarafından düşünülebilir, görülebilir, deneyimlenebilirler. O kişiler başkalarının zihni sayesinde var olurlar (bir bilinçte olurlar). Fakat bu durum kendileri için böyle değildir. Onların beyni bilinci bilmez ve farkında değildir. Bu sebepten ortada bir bilinç var olamaz. Bir düşünce yoktur. Onlar sadece vardır ama varoluşları da yine yalnızca başka bilinçler tarafından bilinebilir. Burası saçma gelebilir. Hatta hayvanlar bizim gibi bilinci tasavvur edemezler o zaman hayvanlar bilinçli değil midir denebilir. Benim kastettiğim tasavvur yukarıda açıkladığım düşünce -> duygu -> eylem döngüsünü sağlayabilen bir bilinçtir. Ve hayvanlar bu döngüye sahiptirler ama komadaki bir hasta değil. Ve bu bilinçlilik döngüsünü bir formül gibi düşünebilirsiniz. Peki bu formülü çürütmeye kalkarsak? ve dersek ki, robot bir yazılım ekledik düşünebiliyor, düşüncelerinden duygular, duygularından eylemler oluyor. O halde robot bilinçli midir? Fakat şurayı atlamayalım; robottan bir duygu yazılımını ya da düşünce yazılımını çıkartırsanız onu düşünemez veya hissedemez olur. Sizce burada bir irade söz konusu mudur? Buradan şu da çıkıyor sanki, gerçek bilinç özgür iradeye bağlıdır. daha fazla detaylandırmadan devam edelim,
Bir embriyonun düşünce sisteminin olmadığı için bilincinin olmadığı (hatta beyni bile yok) ve varlığından bir haber olduğuyla anlatılabilir. (Hatta bebekken hafızanızın gelip de bilinciniz yani görüp duyma ve algılama zamanınız gelene kadarki kısım için de aynı şey söylenebilir. Kısmen 3 yaşlarına kadar) Fakat onun varlığını bilen bir anne bilinci vardır. Ve onu var eden (varlığını kanıtlayan) işte bu bilinçtir. Yine de bu durum sadece AB olarak bilinebilir. Bir anne bilinci bir bebek bilincine ya da bilinçsizliğine varamaz. Yani A, A olmaya devam eder ve A, B'yi A doğasınca bilebilir, saf B'yi deneyimleyebilmesi mümkün değildir. Bunu yalnızca B'nin kendisi bilebilir ve deneyimleyebilir. Bir şeyin varlığının, var olduğunu yalnızca varlığın ne olduğunu bilen bir zihin sayesinde bilebiliriz. Bu zihin bilinçli olmalıdır yani düşünebilmeli ve varlığın ne olduğunu algılayabilmelidir. Bilinci tasavvur edebilmelidir, düşünce-duygu-eylem örüntüsünü gerçekleştirebilmelidir. Ancak bu şekilde ilk var olan şeyin varlığı kanıtlanabilir ve anlam kazanabilir. Peki bilincin yalnızca düşünülünce, farkında olunca, tasavvur edildiği müddetçe, d.-d.-e örüntüsünü gerçekleştirebildiği sürece var olabileceği noktasına vardıysak, benlik bunun neresinde?
Bizim benlik olarak bildiğimiz, yaşayan, hobileri olan, zevkleri olan, temel ihtiyaçları olan, belki bunların ötesinde düşünen bir zihin değil mi? Bir birey yani. Özetle bilinci olmayan ve başka zihinler tarafından varlığı bilinen yani kendinin varoluşundan bihaber bir şeyin bir benliği var mıdır? Benlik bizi, biz olmaktan, sen olmaktan ayıran bir kelimedir. 1 olmaktır. A'yı B'den ayıran şey onun A olması ve orada bir B'nin bulunmasıdır. A böylece onun B'den farklı olduğunu bilebilecek ve A benliği içerisinde/bilincinde olacak.
En başta verdiğim örnekteki gibi soğuk, soğuk olduğunu bilmez. O kendi başına vardır. Onu soğuk yapan ve bir başka şeyden ayıran sıcağın varlığıdır. Ve bunun bilinmesini sağlayan/kanıtlayan bir bilinçtir. Şimdi bu çıkarımla şu beliriyor kafamda, o halde benliğin, benlik olabilmesi için birden fazla benliğe mi ihtiyacı vardır?
A=A (ben benim)
B=B (sen sensin)
AB=AB (biz biziz)
A= değildir B (ben sen değilim)
Ama burada şu var, A, B olmadan vardır. Eğer A bilinçliyse yani bilinci tasavvur edebiliyor, düşünebiliyorsa, B'ye ihtiyaç duymaz. Ama A'nın varlığını kanıtlayabilmek için B şarttır. Yani soğuğa soğuk diyebilmek için sıcak şarttır. Yani benlik kelimesine anlamını veren bir başkasının varlığıdır. "Ben" kelimesinin bir anlamının olabilmesi için bir de "sen" olmalıdır ki "ben olmak ne, ben kelimesi ne" anlaşılabilsin. Soğuk sıcaksız, tatlı acısız, kısa uzunsuz, beyaz siyahsız, yaşam ölümsüz bilinemez. (ölen varlıklar olmasaydı sahiden yaşadığımızın farkına varır mıydık acaba? Bence bunu bilmezdik bile). Soğuk vardır ama ona soğuk manasını veren sıcaktır.
Bir formül yazalım, Adı: Benlik Özellikleri Formülü
A, B (B, A) olmadan da vardır fakat
A, B (B, A) olmadan anlamsızdır çünkü
A, B (B, A) olmadan açıklanamaz.
Bu formülün ne olduğunu ve neye yaradığını, benlik ayrımını ve göreceliliğini açıkladıktan sonra detaylıca anlatacağım.
Birinin varlığı, bilinci başka birinin varlığına muhtaçtır. Ama bu var olabilmesi için değil, varlığını bilebilmesi ve varlığının anlam kazanabilmesi için gerekir. Yani varlığın değil, benliğin yani bilincin bunu bilmesi gerekir. Var zaten vardır. Fakat varlığın var olduğunu bilmeyi sağlayan bilinçtir, farkındalıktır. Bunu kanıtlayansa bunun tasavvurudur. İşte tüm bu tasavvur, bilinçlilik ve farkındalık ve varlığın bilinebilmesi içinse başka bir bilinç, farkındalık ve varlık gerekir ki işte bunları birbirinden ayıran şey BENLİK'tir.
Şimdilik elimizde şu var; Benlik fikri ve ayrımı için birden fazla benlik gerekir. Benlikleri benlik yapan şey içinse bilinç gerekir. Bilinci anlamlandırabilmek içinse farkındalık/düşünce/tasavvur, d.d.e örüntüsünü gerçekleştirebilmek gerekir. Bunu burada bırakıp, görecelilik kısmını incelemek istiyorum.
Soğuk vardır fakat sıcak olmadan bilinemez demiştik. Soğuktan daha soğuk bir soğuk ile soğuk kıyaslanırsa o ilk soğuk sıcak olacaktır. Yani -1 soğuktur. En azından 1 e göre. Fakat -1, -20'den daha sıcaktır. 1'de 20'ye göre daha soğuktur. Burada şunu görüyoruz ve kanıtlamış oluyoruz;
-1 = A
-20 = B
1 = C
20= D
NOT: Kullandığım matematiksel verileri en başından beri anlattığım bilinçli bireyler olarak düşünmelisiniz. Ben daha anlaşılır olması için terimleri kullandım. (Bunları Ayşe, Fatma, Hasan, Hüseyin olarak da düşünebiliriz. Her bir harf ya da isim bilinçli birer birey/benlik olsun. Kendi varlığının farkında olsunlar. Sonra da kendi bilinçlerini/hayallerini/düşüncelerini ve duygularını birbirlerine aktarsınlar. Başta anlattığım A, B olmadan anlamsızdır kısmını bu görecelilik ile kanıtlayacağım.)
-1 tek başına vardır.
-1, 1 ile karşılaşır ve -1, 1'den farklı olduğunu görür ve A'yı (-1'i) kanıtlar.(Yani A=değildir C. Ve bu yolla -1 AC'yi deneyimler, yani -1 bilincinde 1 deneyimlenir. Düşüneceği şey 1'nin ne kadar sıcak olduğu olur tahmin edersiniz ki, 1'in de -1'i CA olarak deneyimleyeceğinden, 1, -1'in ne kadar soğuk olduğunu düşünecektir.)
20, -1 ve 1'i görür. Yani ACD'yi deneyimler. (Çünkü A= -1, C=1, D= 20'dir. Yani birbirlerine karışamazlar. Ayşe Fatma olamaz. Hasan da bu ikisi olamaz. Ama Hasan'ın varlığı Ayşe ve Fatma'nın varlığını kanıtlar. Ayşe, Fatma'yla Hasan'ı, Fatma'da Ayşe'yle Hasan'ı kanıtlar.)
-1, -20 ile karşılaşır ve daha soğuk (AB) olduğunu anlar. Şimdi -1 tek başına vardı. Ama kanıtı bilinemezdi. (kanıtlanamazdı/açıklanamazdı) ve dolayısıyla kıyaslanamazdı da. Ama -1, 20'yle tanışınca soğuk olduğunu -20'yle tanışınca da sıcak olduğunu fark eder.
-1, -20 ve 1'i birbirinden ayıran şey benliktir. Çünkü -1'i, -1 yapan ve diğerlerinden ayıran şey -1 benliğidir. Yani -1'in -1 oluşudur.
Bir düşünce oluşur ve bilinç devreye girer. Bu bir kaç bilincin, çoğulluk sağlaması ve birbirlerinin varlığını kanıtlamalarıyla da benlik ortaya çıkar. O halde benlik göreceli midir?! İşte şimdi çok ilginç bir yere vardık. Benlik göreceli midir?
-1, 1'e göre bir benlik fikri/bilinci oluşturuyorsa -20'nin varlığı, 1'in soğukluk benliğini sarsar. O halde -1'e soğuk diyebilir miyiz? 1 ile kıyaslarsak evet ama -20 ile kıyaslarsak hayır. Peki benlik gerçekten böyle bir şey mi yoksa benlik fikri de kendi içinde sınıflara mı ayrılır? Burası önemli çünkü varoluşunun ve onu diğerlerinden ayıran o kelimedeki benlik değil buradaki bahsedilen, onun diğer benliklerle farkını sağlayan yani onu diğerlerinden ayıran bir üst versiyon benlik olur bu. Ve acaba benliklerimizi, inandığımız dinlerle, olduğumuz renklerle, yaşadığımız ülkelerle, sevdiğimiz şeylerle zaten sınıflandırmış bulunuyor olabilir miyiz?
O halde buradan şu çıkar; Benlikler görecelidir ve sınıflandırılabilirler. Fakat unutulmasın benzedikleri noktalar sınıflandırılabilir. Saf özleri değil. Asla tamamen birbirleri olamaz, birbirlerini saf olarak bilemez ve saf olarak birbirlerinin bilinçlerini kavrayamazlar. Yalnızca kendi doğalarınca yaptıkları yorumlarla anlamaya çalışabilirler ve kendi doğalarına en yakın şeyle özdeşleştirerek diğer benlikleri anlamaya çalışırlar. Burayı daha kolay anlamak için soğuk sıcak kavramına istediğinizi yerleştirebilirsiniz. Ama örneğin, beterin beteri vardır, her şeyin daha iyisi vardır kavramları buraya çok yakışıyor.
Detaydan -> Tüme varış
Var olmak (bireysel olarak hacimsel yer kaplama anlamındaki varoluş) -> bilinçli olmak -> kıyaslanmak (daha siyah, daha beyaz, daha uzun, daha kısa, daha kilolu, daha zayıf, daha dindar daha dinsiz, daha iyi, daha kötü, daha düşünceli, daha düşüncesiz vs. -> ben olmak (BENLİK) -> sınıflandırılmak (dinler, renkler, ırklar, yönelimler, zeka türleri) hatta daha da üst seviyelerde sınıflandırılmalarda (insan olmak, canlı olmak) -> var olmak (var olanlar, hiç olmayanlar anlamındaki genelleme)
Başladığımız noktaya dönüyoruz. Ve bunu dairesel bir şema haline getirebiliriz.

Var olmak -> Bilinçli olmak -> Kıyaslanmak -> Ben olmak (BENLİK) -> Sınıflandırılmak
-> Var olmak
Kıyaslanmadan, benlikler oluşmaz. Ben, sen ayrımının yapılabilmesi için önce bir kıyaslama gerekir. iki kişi vardır ve bilinçlidir. Birbirlerinin varlığını kanıtlarlar. Diyelim bu iki kişiden biri iyileştirebilen ve iyileşmesi gereken iki bilinç olsun. İşte bunları ayıran nokta burası olur. İyileşmesi gereken 1. benlik, iyileştirebilen 2. benlik varsayalım. İlk ayrıldıkları nokta burası ve onları birbirinden ayıran bu kıyaslanma (daha hasta daha sağlıklı, daha bilgili daha bilgisiz) iki ayrı ben yaratır. Onlar aynı kişi olmadıklarını en kolay ve en somut (hatta soyutsal da kıyaslanılabilir) böyle anlarlar işte. Daha sonra bu, daha sağlıksız bir çok benlik sınıflandırılarak "hasta" adını alırken, sağlık konusunda daha bilgililer de "doktor" adını alır. (Bunlar benlik değildir, dikkat edelim bunlar benliklerin sınıflandırılmalarıdır.) Ve evet tüm bu sınıflandırılmalara ait benlikler, benliklere ait bilinçler vardır.
Tüm incelemeler gösteriyor ki bilinç başka bir bilinç sayesinde kanıtlanabilir ama bilinç kendi başına tasavvur edildikçe var olabilir vs vs... Şimdi tüm anlattıklarımı daha kısa ve daha öz şekilde özetleyeceğim. Yukarıda tekrar döneceğim formülü de burada açıklayacağım. Şimdi çok daha net anlaşılacağına inanıyorum.
VAR OLMAK -BİLİNÇ -BENLİK ÖZELLİKLERİ FORMÜLÜ- BENLİK - SINIFLANDIRILMALAR
B.V = Benlik varlığı
B.Ö = Benlik özellikleri
B.V. Ö = Benlik varlığı özellikleri
D.D.E.Ö = Düşünce - duygu - eylem örüntüsü
BENLİK ÖZELLİKLERİ FORMÜLÜ
A, B (B, A) olmadan da vardır fakat
A, B (B, A) olmadan anlamsızdır çünkü
A, B (B, A) olmadan açıklanamaz.
Benliğin benlik olabilmesi için başka bir benliğin varlığı şarttır. Yani bir de "sen" olmalı ki beni senden ayıran bir "benlik", "senlik" olabilsin. Ama bir şey, bilinçli varlığın maddesini taşıyorsa ya da onun var olma sebebini içeriyorsa, o bilinçli varlığın sebebi olacağı için o bilinçli varlığın bir özelliği, görüntüsü olmaz. O sadece varoluş sebebini içerir. Ve eğer bir şey bir diğerine ait özellikleri içeriyorsa, bu o benliğe aittir ve kıyaslama yapabilecek bir farklılık içermez. Kıyaslama olmazsa, benlikler doğmaz. (Çünkü hatırlayın, benlik olması için kıyaslama, kıyaslama olması için haliyle birden fazla bilinçli varlığın olması gerekir.)
Buradan şu çıkıyor; Benlik formülü "cansız nesneler" için değil, bilinçli varlıkların benliği ve bu varlıkların "ihtiyaç" değil "doğaları" gereği ve d.d.e.ö. halinde gösterdikleri davranış terimleri için geçerlidir. Yani bu formül bilinçli varlığın "ihtiyaç" için ürettiği araba, tekerlek, yemekler, yemek kapları, kıyafetler vs... için değil (çünkü daha önce de dediğimiz gibi tüm bu maddelerin varoluş sebebi bu bilinçli varlık olduğundan) bilinçli varlığı şahsi kılan özellikleri için uyar. Çünkü bu özellikler bir bilinçli varlığı, başka bir bilinçli varlıktan kıyaslanarak ondan ayrılmasını, (varoluş sebebini, ham maddesini içermeyeceği için kendisi olamaz) sağlar. Aynı zamanda bilinçli varlığın doğası gereği d.d.e.ö'den, edindiği tavırlar da bu benlik formülüne uyar. (soyut kıyaslamalar için. Bunlar da kıyaslamalara açıktır) Çünkü bunlar direkt benliğin görünümleridir. Üretimleri değildir. Bizi birbirimizden ayıran temel şeyler, sevdiklerimiz, sevmediklerimiz, tercih edip etmediklerimiz olduğundan bunlar benliğin görünümü ve hatta benliğin, benlik olmasını sağlayan şeylerdir. Yani daha önce de dediğimiz gibi iki bilinci birbirinden ayıran özellikler benliği doğurur. Benliğin olması için bir de sen gerekiyorsa ve bu iki benliği yani bilinci birbirinden bağımsız yapan kıyaslanabilir özelliklerden doğan şey "benlik"tir.
Benlik Varlığı - (başka bir)Benlik Varlığı
-B.V.Ö. - -B.V.Ö.
İkisinin kıyaslanması
Benliklerin doğuşu - Bu noktada 1.B.V. ve 2. B.V. olarak ikiye ayrılmaya başlarlar.
Soru: Benlikler, B.V.Ö. ile doğuyorsa, [B.V.Ö. = Benlik ?] diyebilir miyiz?
İşte açıklamanın en önemli kısmı. İyilik, kötülük, güzellik, çirkinlik, sevmek, nefret etmek, uzun, kısa vs.. gibi bizleri biz yapan özellikler yani kıyaslanmamızı ve kıyaslamamızı sağlayan şeyler benliklerimizi oluşturan yapı taşları demek. Ama daha önce yaptığımız şemada,
Varlık - bilinç - kıyaslama - benlik şeklindeydi. B.V.Ö. Benlikleri doğurur. Bu B.V.Ö.leri kıyaslanınca benlik açığa çıkar ve isimlendirmemizi yani sınıflandırmamızı sağlayan "benlik" kavramı tamamen görünür olur.
Benlik formülü, B.V.Ö.lerini içermelidir. Yoksa ortada bir benlik olmaz. B.V.na ait ürünler, onun var olmasını sağlayan nedenler (doğum) ya da ham maddeler (atomlar vs.) onun bir benlik olmasını sağlamaz. Onun var olmasını sağlar. "Benlik" kavramı için bir şeyden bağımsız başka özellikteki başka bir şey olmalı. Her manada her şeyinin aynı olması imkansızdır. Eğer tamamen aynı olursa bu o şeyin kendisi olabilir, başkası değil.
Yani "benlik" olabilmesi için ortada bir B.V. ve B.V.nın özelliklerinin görünür olması şart oluyor. Yani peynir, araba, ev gibi şeyler "benlik" içermez. Çünkü bunların bilinci yoktur (bilinci tasavvur edemezler, d.d.e.ö.nü gerçekleştiremezler) Bunlar yalnızca B.Vlıklarının üretimleridir. Başka bir şey değil. Öğretmen, Afrikalı, basketbolcu, engelli... bunlar da "benlik" ve "benlik özellikleri" değil, benliklerin gruplarıdır. Yani şemada da olduğu gibi benliklerin ayrımıdır (sınıflandırmalardır) Ama formülümüz, benliklerin özellikleri için uygundur ve benliğin varlığını bu yolla kanıtlar. Çünkü B. Özelliği yoksa benlik de yoktur. Dolayısıyla benlik için kıyaslama yaptığımız her şey bu formüle uymalıdır.
BENLİK ÖZELLİKLERİ FORMÜLÜ
A, B (B, A) olmadan da vardır fakat
A, B (B, A) olmadan anlamsızdır çünkü
A, B (B, A) olmadan açıklanamaz
İyilik, kötülük (kötülük, iyilik) olmadan da vardır fakat
İyilik, kötülük (kötülük, iyilik) olmadan anlamsızdır çünkü
İyilik, kötülük (kötülük, iyilik) olmadan açıklanamaz.
1. madde: Çünkü, bir iyilik davranışı ya da hissi kötülük fikri olmadan da vardır ve yapılabilir, gözlemlenebilir fakat
2. madde: Kötü bir davranış/düşünce olmazsa, iyilik fikri olamaz. Çünkü o normal bir davranış olur sadece. Ona iyilik anlamını veren, kötülüktür.
3. madde: 2. maddenin de açıkladığı gibi kavramlardan biri olmazsa bir diğeri tek manalı, normal bir davranış olur. Kıyaslama içermez. Bu yüzden iyiliğin iyilik olduğunu bilemeyiz.
Bir başka örnek vermek gerekirse,
Kadın, erkek (erkek, kadın) olmadan da vardır fakat
Kadın, erkek (erkek, kadın) olmadan anlamsızdır çünkü
Kadın, erkek (erkek, kadın) olmadan açıklanamaz.
Çünkü dünyada sadece kadın olsaydı, "kadın" kelimesi yani ayrım olmadığı için böyle bir kelime dahi bulunmazdı. Herkes sadece insan adını alırdı ki bu da kıyaslamaya girmez bir sınıflandırma olurdu.
Yani, bu formül kıyaslamanın "benlik" için zorunlu olduğunu, farklı ve ters kavramlar olmazsa kıyaslama olmayacağını bundan dolayı da "benlik", "senlik" fikrinin doğmayacağını kanıtlar.
Formüle göre "benlik özellikleri" bu formüle uyuyorsa, buradan bir "benlik" doğar. Unutmadan "benlik" olabilmesi için bir de "sen" olmalı. Formüldeki gibi. A tek başına bulunursa A, A olarak kalır. A, A'dır. B'nin varlığı A'nın A olmasına farklı bir anlam katabilir yalnızca. Bu yüzden zıtlıklar (düaliteler) ve çeşitlilikler şarttır. Birden fazla bilinç ve kıyaslama olmazsa "benlik fikri" olmaz. Benliğin olması için gerekenler,
Bir varlık olmalıdır.
Bu varlığın bilinçli olması ( bilinci tasavvur edebilmesi ve d.d.e.ö.nü gerçekleştirebilmesi) gerekir.
(Benlik kavramının olabilmesi için) Birden fazla bilinçli varlığın bulunması şarttır.
Bu bilinçli varlıkların benlik özellikleri kıyaslanmalıdır.
İşte tüm bunlar olursa bir benlik olabilir.
Notlar:
* Bilinçli olmaya ait her şey (düşünceler, duygular ve eylemler) benlik özelliklerine girebilir. Benlik özellikleri sadece fiziksel görünüm içermez.
*B.V.na ait şeyler -B.V.Ö.dir. Birden fazla B.V.Ö.nin kıyaslanmasıyla benlikler doğar.
BEYİN BİLİNÇ BAĞLANTISI
Peki tüm bunların beyin ve bilinç bağlantısıyla ne alakası var? Şöyle özetlersek bu bilincin evi beyindir. Yani var olmasını sağlar. Beyin, sayesinde bir bilinç gelişir. Beyin dünyayı görebilen, duyabilen, algılayabilen, tepki gösterebilmemizi sağlayan, düşünce -> duygu -> eylem örüntüsünü gerçekleştirebilmemize yarayan bir araçtır. Yani en başta söylediğimize dönersek
"Beyin = bilinç -> bilmiyoruz
Beyin = değildir bilinç -> bilmiyoruz" da yukarıdakilere göre şu çıkıyor;
Beyin = değildir bilinç. Beyin sadece bilinç ve döngülerini kavramaya ve yaşamaya hatta yaşatmaya yarayan bir araçtır. Yani bir insanın temel ihtiyaçlarını gidermesine olan muhtaçlığı gibi bir gereksinim bir zorunluluk bir ihtiyaçtır beyin, bilinç ve en temelde varoluş için. Bitkisel hayata giren insanlar var olmaya devam eder (başka var olanlar tarafından bilindiği müddetçe vardır diyebiliriz aksi halde yok olduğunu da bilemeyiz var olduğunu da) fakat bir bilinç tasavvuru yoktur ortada bu yüzden kendisini bir şeyle kıyaslayamaz bu yüzden de kendisine ait, kendisince bir benliği olamaz. Şimdi nasıl yani komaya girdi diye o bir birey değil mi derseniz yanlış yerdesiniz. Bu benliği, kıyaslamayı yapan başka uyanık, tasavvur edebilen bir bilinçtir. Komada bilinçsiz yatan kişi zaten hiçbir şeyin farkında olamaz. Dolayısıyla ona bilinçsiz deriz. Yani kendi için benlik fikri çalışmaz olur.
Beyin olmazsa bilinç var olamaz. Yani bilincin var olmasını sağlayan etmen beyindir. Bu yüzden beyin bilinç midir diye sormak hatadır. Düşünceyi üreten beyindir. Beyin olmazsa düşünce, farkındalık, bilinç olmaz. Bunlardan doğan duygu ve duygulardan doğan eylemler de olmaz. Biz soyutluğun ve yalnızca kavranabilen şeyin eylemlerini/sonuçlarını maddesel dünyada gözleyebiliyoruz. Şimdi burada büyük A beyin olsun, bilinç de küçük a olsun. Burada bir B olamaz çünkü başka bir şeyden söz etmiyoruz. Birbirinin nedeni ve varoluş sebebi olan şeylerden söz ediyoruz. Yani A = a demek yanlış olur. Yalnızca A, a'nın sebebi, annesi gibi şeyler söylenebilir. Benlik formülüne gelirsek, benlik özelliği kıyaslamaları için bilinç şarttı. Beyin, bilinçli olabilir. Ama bilinç, beyinden bağımsız olamaz. Beyin bir organdır ve birinin komada olması gibi bilincini yitirebilir. Hatırlarsak formülümüz benlik özelliği başka bir b.ö.'nin nedeni ya da varoluş sebebi ise bu formül çalışmaz oluyordu. İki farklı B.Ö.nin kıyaslaması için geçerliydi.
Beyin, bilinç (bilinç, beyin) olmadan da vardır fakat !
Beyin, bilinç (bilinç, beyin) olmadan anlamsızdır çünkü
Beyin, bilinç (bilinç, beyin) olmadan açıklanamaz
Unutmadan beyin, varlığın bilinçli olmasını sağlayan bir araçtır. Demek ki beyin, bilincin varoluş nedenidir. O halde bilinç, beyinsiz var olamaz ve açıklanamaz.
Burada küçük bir başlık açmak istiyorum. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi A, B'yi yalnızca A doğasında tanıyabilir demiştik. Çünkü A = A'dır. B = B'dir. A asla B olamaz. A, B'yi yalnızca AB olarak bilebilir. Yani A doğasında, A doğasına göre B'yi tanımlayabilir. Biz bir bitki, kedi, taş olmayı hatta hem cins olarak başka bir insan olmayı, ne düşündüğünü ne yaşadığını vs... asla tam olarak bilemeyiz. Yalnızca kendi bilgilerimiz, görgülerimiz ve zihnimiz eşliğinde bunları bilebiliriz. Bunun ışığında ön yargılı olmanın bir hatadan ibaret olduğunu, hakkında tamamen bir şey bilmediğimiz (ve hatta asla tamamen bilemeyeceğimiz) bir benlik için o benliği AB olarak bile tanımadan yorum yapmak ve yaftalamanın ne kadar saçma olduğunu kısa bir yazı eşliğinde açıklamak istiyorum.
ÖN YARGI HAKKINDA
İnsanları hiç tanımasak bile, onların karakter özelliklerini yüz hatlarından anlayabilir miyiz?
-Bazı çalışmalarda sivri çene, kısık göz, dar alın... şu şu anlama gelir.. gibi bilgiler var. Bunun doğruluğu ne kadar doğru peki?
Bilinçaltımızda bizi üzen insanların surat yapıları kodlanıyordur. Bu çok önce duyduğumuz bir koku ya da rengin o anda hissettiğimiz şeyle, daha sonra bize duyumsatıldığında o şeyi hemen tekrar hissetmemizin örtüşmesiyle aynı olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden hayatımızda bize sert davranan insanların sadece kendileri değil görüntüleri, kokuları, renkleri (ten rengi olarak değil kişilik rengi olarak) bilinçaltımıza işlendiğini düşünüyorum.
Basit bir örnek vermek isterim,
Hiç bilmediğiniz bir yerdesiniz diyelim. Yol soracaksınız. Size en çok samimi geldiğini hissettiğiniz kişiyi seçip yolu sorarsınız değil mi? Size "TEKİN" hissettirmeyen bir insana gidip sormazsınız. Çünkü bu zihninizde bir çok soruyu doğurur. "Peşimden gelir mi?" "Beni rahatsız eder mi?" vs..
Peki bunlar gerçekten hissel mi, yoksa zamanla edindiğimiz görüntüler ve tecrübelerden kaynaklı bir uyarılma şekli mi?
Hissin olmadığına aşikarız. Her şey içgüdüsel. Yani bilinçaltısal. Yani halının altına attığımız daha önce gördüğümüz fakat şu an da görmediğimiz dağınıklıklar. Basit bir örnek daha vermek istiyorum,
Beyaz ve siyahi 3-4 yaşlarında daha ırkçılığı bilmeyen iki çocuğu bir araya getirdiğinizde, birbirlerine hiçbir düşmanlık duymadan oyun oynayacaklardır. Fakat eğer bu çocuklara zıt renklerin kendilerine zarar verdiği deneyimini yaşatırsanız, o zaman birbirlerinden uzaklaşacak ve bir araya dahi gelmek istemeyeceklerdir. Şimdi bu hissel midir yoksa bilinçaltısal, deneyimsel bir bilgi midir?
Neyi anlatmaya çalışıyorum?
Kendimizi dış dünyadan korumak mümkün mü? Taleplerimize ve çevremizi belirlemeye giden yolda "his" dediğimiz aslında bilinçaltısal bilgiye danışılması gerektiğini söylemeye çalışıyorum.
10 kişiden 6sı bile yani %50 oranının bir tık üstünde bir oranda bile beyin olumsuzluk yaşarsa, örneğin, kısık gözlü insanların sizi üzdüğü diyelim. 10 gözü kısık tipte insanda 6sı sizi üzerse, beyin şartlanır. Kısık gözlülere dikkat et, diye. Fakat günümüzdeki algı ve ahlaki eğitimde, sizin insanları bu şekilde değerlendirmeniz ve ön yargılı davranmanız hoş karşılanmayacak ve bunu yapmamanız söylenecek. Evet evrenin oluşumundaki oran gibi, milyonda bir bile olsa, o kısık gözlülerden zarar görmeyeceğiniz bir kişi de olabilir elbette. Fakat beyin acaba buna güvenebilecek mi?
Yani kendini koruma mekanizması ve şartlanma olarak bakılırsa, beyin acaba o kısık gözlülere karşı, bilinç üstünde ben güveniyorum dese bile, içten içe bilinçaltısal olarak, yani farkında olmadan kendini o tipte insana karşı tetikte mi tutacak? Bence tam da böyle olur. Hatta ve hatta beyin kendini tetikte tuttuğu ve o kişiyi uzaklaştırmak isteyeceği için (kendi güvenliği için, çünkü sonu üzüntü ya da aldatılmak olacak, ona göre) onu kendinden uzaklaştırmak için ,kısık gözlü kişiyi, farkında olmadan hamleler yaparak, onun içindeki kötüyü mü ortaya çıkartmaya çalışacak?
Asıl soru şimdi burada geliyor. Kısık gözlü kişi, bu maruz kaldığı hal ve hareketlerden kaynaklı mı tepki verecek? Yoksa gerçekten bilincin düşündüğü şey doğru ve kısık gözlü kişi sahiden üzen biri mi?
Bunu anlamanın tek bir yolu var. Bizi şartlayan sebebe dönmek. Yaşadığımız olumsuz tecrübelerin matematiksel oranda şans eseri bize o yükseklikte geldiği. Nasıl mı? Örnek olarak, diyelim Fransızları sevmiyorsunuz. Çünkü 5 tane Fransız tanıdınız ve 5inden 4ü sizin arkanızdan iş çevirdi. Ve size kötü davrandı. Fakat başka biri de Fransızları çok seviyor. Ona sorduğunuzda da diyeceği şey şu olacak,"HAYIR! BENİM TANIDIĞIM 5 KİŞİDEN 4'Ü BANA HEP YARDIM ETTİ" Şimdi kötü olarak gören kişinin tecrübeleri mi doğrudur? İyi gören kişinin mi?
Aslında ikisininki de yanlıştır. Henüz yeni okumakta olduğum için Spinoza'dan alıntı yapmak istiyorum, her töz kendi nedeni olabilir ve her tözü kendi başlığı altında değerlendirmek gerekir. Yani bir kedi anatomisi ya da iç güdüsüyle insanınkini kıyaslayamazsınız. İkisi çok farklıdır. Evet ikisi de canlıdır. Ortak bir bağı vardır ama ikisini da ayrı ayrı ele almak ve incelemek zorundasınız. Demek istediğim şey şu, Burnu uzun, rengi siyah, gözü kısık, çenesi dar, sesi kalın-ince... Bu ayrımların hiçbirnin faydası yok. Aslında bu yazıya bunu anlamamız mümkün demek için başlamıştım. Ama yazıyı yazarken beni götürdüğü incelemeler bunun hiçbir nedeni olmadığını açıkca gösterdi. Çünkü eğer kısık gözlüler ya da Fransızlar gerçekten kötü olsaydı, bir başkası bunu tam tersi deneyimleyemez ve bunların iyi olduğunu savunamazdı. Yine Spinoza'nın sözüne dönersek, her bireyi kendi deneyimleri ve iç dünyası, bilinçaltı ile değerlendirmeliyiz. Her töz kendi nedenidir. Yani bir insanın kötü ya da iyi olması onun ırkıyla, cinsiyetiyle, fiziksel özellikleriyle belirlenemez. Bu tamamen o kişinin büyürken ne yaşadığı, ne tecrübe ettiği, hangi şekilde büyütüldüğü, hangi kültürde yetiştiğiyle ilgilidir. Ve tabi bunun ona getirileri nedir?
Yani konu başlığına dönersek, bir insanın dış etmenleriyle onu yargılamak tamamen aptallıktır.
Başka bir şekilde daha açmak istiyorum şu kısmı. Örneğin, aşk hayatınızda hep aynı tipte insanı hayatınıza çektiğinizi düşünebilirsiniz değil mi? Bir türlü mutluluğu bulamıyorum. Bir türlü o istediğim kişiyi bulamıyorum. Hep aynı acıları çektiren aynı fiziksel özellikteki insanları hayatıma çekiyorum.
Bunu daha derin inceleyelim mi?
İlk yaşadığınız deneyime gidelim beraber. Aileniz. Ailenizdeki kadın- erkek figürleri nasıldı. Siz ne tecrübe ettiniz? İlk duygusal çekim yaşadığınız kişi nasıldı? fiziksel özellikleri ailenizinkiyle örtüşüyor muydu? Size hangi duyguları deneyimletti? Tüm bunların sonunda karşılaştığımız bir diğer şey, sizin yaklaşımınız artık ne? Merak duygusu mu? Nefret duygusu mu? Korku duygusu mu?
Merak sizi çekicektir. İlk deneyimlediğini duyguları incelemeniz üzerine herhangi birine çekilseniz bile, acaba aynı şeyleri yapacak mı? düşüncesidir. Beyin ilk burada tetikleniyor diye düşünüyorum. Daha sonra tecrübelerinizin verdiği genelleme ve beynin kendini koruma mekanizması. Tecrübelerini size sunma kısmı. Nefret ya da korku... (burada daha çok olumsuz tecrübeleri ele almaya çalışarak ilerliyorum ama bunlar olumlu tecrübelerle de kıyaslanabilir, Fransız örneğinde olduğu gibi) Ona benzettiğiniz kişi (kısık gözlü olması, dar çeneli olması, cinsiyeti bile! ya da en genel ırkı diyelim..) Bir kere beynin kendini savunma ihtiyacından kaynaklı ön yargılı gideceksiniz. Bu bilincinizde ön yargı olmasa da içgüdüsel olarak olacaktır. Ve şüpheli bakacaksınızdır. Davranışlarının altında bir sebep arayacaksınızdır. Koşulsuz güvenmeyeceksinizdir. Çünkü en yakından ona benzeyen kişiler bunu bir sebeple yapmıştı ve o sebep-neden bir sonuç doğurmuştu ve bu sonuç sizi üzmüştü. Bu yüzden beyin kendini koruma iç güdüsüyle şüpheci, karamsar ve tehditkar davranacak ve düşünecektir. Yani karşı taraf size karşı kötü bir niyette davranmasa bile sizin beyniniz bunun olmasını beklediği için, onu dürtecek ve ona (karşınızdakine) o şeyi yapma imkanları sunacaktır.
Basit bir örnek, daha önce deneyimlediğiniz kişi bir şeyden rahatsız oluyordu diyelim. Ama bu yeni deneyimlemekte olduğunuz kişi o şeyden rahatsız olmuyor. Ama siz daha önce onun o şeyden rahatsız olmasından kaynaklı olumsuz bir tecrübe yaşadınız. Beyin sanıyor ki daha önce bu böyle olmuştu yine olabilir. Ve karşınızdaki kişiyi bu şeyden rahatsız edecek şekilde dürttüğünü düşünüyorum. Bilimsel bir sebep sunamam çünkü bilmiyorum. Bu tamamen benim kendi gözlemlemem ve incelemelerimle çıkmış bir sonuç. Ve eğer o kişi gerçekten o şeyden rahatsız olursa, bu sefer siz o kişiyi, önceki kişi olmakla suçlarsınız ve bir genellemeye gidersiniz. ZATEN BUNLARIN HEPSİ BÖYLE! Peki bu kimin suçu sahi? Karşımızdakinin mi, kendimizin mi?
Bir sonuca gidersek, konu başlığını tekrar hatırlayalım. Hiç tanımadığımız bir kişiyi fiziksel özellikleriyle karakterini tanıyabilir miyiz?
Dediğim gibi bunun böyle olduğunu kanıtlamak için giriştiğim yazıda kendim de gördüm ki HAYIR. Herkesi, parmak izi gibi kendi başına değerlendirmeliyiz. Şimdi belki aklımıza şu soru gelebilir, 10 çocuğu bir odaya koyalım ve büyüyene kadar aynı eğitimi verelim. O zamanda farklı olabilirler mi?
Ben de konuyu genellerim ve derim ki, Müslüman ülkeler, Hristiyan ülkeler, Yahudi çocukları, Siyahi insanlar, kadınlara ve erkeklere yapılan farklı muameleler, yaşadığımız kültürdekilerin bize getirileri ve götürüleri de aslında insanları zaten bir odaya kapatıp onlara çocukluktan aynı şeyi öğretmekle de aynıdır. Ama unuttuğumuz tek bir şey var. Kişinin kendi zihni. Bizi ayıran şeyin düşüncelerimiz ve bakış açılarımız olduğunu düşünüyorum. Şöyle düşünülebilir, örnek olarak, bilimin cadılık görüldüğü zamana gidersek, aynı kültürde doğup büyümüş hatta ağır din eğitimlerini çocukluktan beri görmüş bir sürü bilim adamı var. Onunla beraber okuyan ve hep aynı eğitimi görmüş diğer insanlarda neden o bir şeylerin farklı olabileceğini söyledi?
Çünkü biri -tözdeki gibi- ayıran temel şey, kendi içsel düşünce yapılarımız. Dış etmenlerin büyük ölçüde etkisi olsa bile üzerimizde, bembeyaz bir eşya düşünün, zamanla üstü boyansın, kirlensin, değişitirlmeye çalışılsın. O hala beyazdır. Sadece dış etmenlerden kaynaklı değişmiş görünür. Siz o beyaz ama artık siyah olan eşyayı başka birine satmaya çalıştığınızda, o kişi o eşyayı siyah olarak bilecek ve görecektir. Asla geçmişinde beyaz olduğunu bilmeyecektir. Sadece ve sadece o siyah boyayı kaldırmaya kalkarsa, altındaki beyazı keşfedebilir. Yine tözdeki gibi her töz kendi nedenini içerir ve her tözün sonuçlarını da kendi başına ele almak gerekir. Yani demek istediğim, töz burada cinsiyet, dil, din, ırk ise sonuçları da bizleriz. Dış görünüşümüz ve genellemelerimiz tözse, incelememiz gerekenler bu tözün içinden doğmuş ve yaşamakta olan şeyin asıl kendisinin ne olduğudur.
YANİ DIŞ GÖRÜNÜŞ YA DA BİZİ AYRIŞTIRAN O SIFATLARIN HİÇBİR MANASI YOKTUR. Hepsi beynimize yerleştirilmiş uyaranlar ve savunma mekanizmalarıdır.
Bir neslin siyahilerden ve eşcinsellerden nefret duymasının temel sebebi, televizyonlarda, kitaplarda, insanların ağzında, sürekli olarak bunların ne kadar kötü olduğunu anlatıcı gerek görsel gerek sözel uyaranlardan kaynaklıdır. Neden yeni nesil bunlara itibar etmez? Çünkü eskiye nazaran, beyinlerinin bilinçaltısal dürtülerinin doğru olmayabileceğini ve o şeyi tanıyarak, inceleyerek keşfedilmesi gerektiğini tecrübe etmiştir. Ve görmüştür ki, genellemelerin aslında bir işe yaramadığını, o insanların arasında kötü olmayanların da var olduğunu ve bunun göz ardı edilemez olduğunu, kendi deneyimleyebilmiştir.
Şimdi asıl soru şu, o halde neden birbirimize güvenmiyoruz? İçimizdeki bu yara alma dürtüsünü bir kenara bırakarak, üzülme pahasına, tüm korkularımızdan ve deneyimlerimizden arınarak bir insana yakınlaşmamız gerekmez mi? Elbette ki tek seferde güvenin demiyorum, ama en azından o kişiyi dış görüntüsü veya geldiği yerle yargılamadan kendi fikir ve düşüncelerini dinleyeme vakit ayırabilirsiniz diyorum. Ve bu onun kendisini tanımaya ve kendi saf düşüncelerini edinmenize yardımcı olacaktır. İşte o zaman 5 kişiden 4ü dediğimiz o 1 kişiye denk gelebilirsiniz. Bu tamamen sizin elinizde diye düşünüyorum.
Ön yargılı olmamalı ve dışarıdan aramak yerine önce kendi iç dünyanızı keşfetmelisiniz. Kişisel gelişim ya da spiritüalizm konularında gerçekten taktir ettiğim bir söz var. Siz ne yansıtırsanız karşınızdakinden onu görürsünüz. İşte aslında sabahtan beri anlattığımda bu. Korkularımız ya da temel oturmuş ön yargılı düşüncelerimiz insanlara yanaşma şeklimizi ve bakış açımızı belirliyor. Ve farkında olmadan farklı biri bile olsa onu etiketlememize ve insan ilişkilerindeki mutsuzluğumuza sebep oluyor.
Konuyu özetlemek istiyorum, her bireyi kendiyle yargılayın. Her bireyi tanımaya şans verin. Korku ve ön yargılarınızla hareket etmek sadece size zarar verir. Ve bir insanı genelleyerek yargılamak büyük hatadır.
Şimdi tüm bu bilinç nedir, benlik nedir kavramlarını anladığımıza inanarak, daha soyutsal ve psikolojik/toplumsal varoluşu incelemek istiyorum. Bu uzun bir inceleme olacak. Yazıyı tamamen soruları teker teker inceleyerek yazacağım. Özellikle kendi gözlemlerim ve düşüncelerimde salt bana ait bir yazı olmasını istiyorum. Fikrinden etkilendiğim yerlerde, etkilendiğim kişiyi de belirteceğim. Zaten tamamen çözülmemiş bir konu ve belki de hiçbir zaman çözülemeyecek bir konu fakat neden düşünmeyelim?
Sorular,
*Var olmak nedir?
*Var olmayı hissetmek nedir?
*Gerçekten var olmak nedir?
*Yaşamak ve hissetmek nedir? Kaçımız gerçekten yaşıyoruz, kaçımız yaşadığımızı varsayıyoruz?
*Bunları bilmeden ve farkında olmadan yaşayınca kendi hayatımızı mı yaşamış oluyoruz? Yoksa devletlerin, çevrenin, toplumun bizden istediği şeyleri mi? O zaman biz tamamen biz (kendimiz) olabilir miyiz?
*Kaçımız sahi benliğimizi ve varoluşumuzun sebebini keşfedebiliyoruz? Bunu keşfetmek mümkün müdür?
*Var olmamızın sebebi veya bir anlamı var mı?
*Davranışlarımızı gözlemleyerek ve kontrol ederek gerçek varoluşa erişebilir miyiz?
*Ben kimim?
Ve başa dönüyorum. Hayatı anlamlandırmak, neyi neden yaptığını, ne istediğini ve neden istediğini bilerek yapmaktır. Yani tesadüf bile olsa anlamlandırılabilir. Ama bu gerçeklik içermez. Çünkü varoluşumuzu zaten tanrıyla anlamlandırmıştık, spiritüel konularda fallarda çıkan buğdayın bereket anlamına geldiğini biz yaftalamıştık. Rüyalarda gördüğümüz pirincin, zenginlik olduğunu biz söyledik. Tek başımıza, yalnızken başımıza tesadüfen kötü bir şey geldiğinde buna cin adını biz verdik. Bunların hangisi tam manasıyla gerçeklik içerir? Her biri bilincin ve zihnin dünya üstünde tecrübe ettiği şeylerle adlandırılır ve anlamlandırılır. Örneğin pirinci olan eski zamandaki insanlar daha zengindir. Buğdayın varsa karnın doyar, paran olur gibi.. Ve bunlar benzer şekillerle de karşımıza çıktığında aynı anlamı taşır ve bir sonuç bekleriz. Olmayan bir şeyi var eder, anlamlandırır ve beklentiye gireriz. Şimdi aklıma ilk gelen şey şu oldu, ne yani biz yok muyuz şimdi? Hayır kastettiğim bu değil. Descartes, düşünme yetisi olan insanın varlığının gerçekliğini zaten kanıtladı. Kaldı ki bir önceki incelemede bilincin varlığını biz de bir nebze kanıtladık diye düşünüyorum. Bu benim sorgulayacağım şey değil. Benim söylemek istediğim, varlığın bir anlamının var olup olamayacağı. Her neyse bu kısma zaten döneceğiz. Ama ilk soruyu incelemeye ve tartışmaya başlayarak, son soruya kadar varmayı düşünüyorum.
VAR OLMAK NEDİR?
Düşünüyorum öyleyse varım. Basitçe bir yanıt. Fakat kastettiğim gerçekten var mıyız yoksa hayal ürünü müyüz, simülasyon içinde miyiz? sorularının dışında bir var olmak nedir sorusu. Kaldı ki varlığımızı bilincimizle ve başka bilinçlerin varlığı ile kanıtlayabileceğimizi açıkladık. Yani insan olduğumuzu ve yaşadığımızı, özetle bir varlık gösterdiğimizin bilincindeki bir varlık kelimesini incelemek istiyorum. Tam burada sorum şu oluyor, VAR OLMAYI HİSSETMEK NEDİR? Çünkü varlığı kabul ettiysek, var olmanın ne demek olduğunu incelemek biraz manasız geliyor bana. VARIZ. tamam.. peki gerçek var olmak yani bunu hissetmek nedir? Psikolojik ve zihinsel olanını soruyorum.
VAR OLMAYI HİSSETMEK NEDİR?
Şimdi asıl merak ettiğim sorular silsilesinin en başındaki soruyu incelemeye başlayalım. Ben size sadece kendi zihnimi ve düşüncelerimi, sorularımı dökmek istiyorum. Bir şey kanıtlama peşinde değilim. Çünkü bunun doğruluğunu ya da yanlışlığını savunacak bilgi birikiminde olduğumu, olgunluk ya da yaşta olduğumu düşünmüyorum. Bu yüzden bunları sadece düşünmek ve bir ışık olması amacıyla yazıyorum.
Varoluşu hissetmek mümkün müdür? Aslında ilk bununla başlamalıyız. Tamam, bir doğru olarak var olduğumuzu bildiğimizi sayıyoruz şu anda. Peki his ve algılama bakımından bu mümkün müdür? Aslında sorduğum tüm sorular birbiriyle bir bütün. Her bir soru bir diğerinin cevabını ve bir diğer soruyu tetikliyor. Fakat ben adım adım gitmek için gayret edeceğim.
Var olduğumuzu nasıl hissederiz? Nefes alıyorum, yemek yiyorum, barınıyorum, arzuluyorum, ürüyorum. Evet bunlar doğruluğunu kabul ettiğimiz var olmanın sonuçları ve somut belgeleri. Fakat bunu çağımızda bir robotu kodladığımızda o da yapabilir. Evet robot vardır, görürüz, dokunuruz, hissederiz. Fakat ... Soru bambaşka soruları doğuruyor zihnimde. Peki ya biz de böyle bir robotsak ve bizi var eden başka varlıklar varsa? Sorulabilir şeyler bunlar fakat işte bizi ayıran nokta tam da hissetmek ve sorgulama kısmı. Yani aslında var olmayı hissetmek mümkün. Çünkü bir robot tüm var olma eylemlerini ve somut belgelerini teşkil ederken, düşünmeyi ve sorgulamayı yapamaz. Robot ona yazılmış komutları gerçekleştirir. Yani aslında robota sorulabilse, elimi kolumu oynatıyorum, buna cevap verebiliyorum çünkü düşünebiliyorum, diyebilir. Fakat onu neden söylemesi gerektiğini bilmez. Çünkü ona yazılmış bir kod vardır ve o, ona uyar. Ama biz bir şeyi neden böyle hissettiğimiz ya da düşündüğümüzün temel sebeplerini bulabilir ve ona göre değiştirebilir, bunun bilincinde bir şekilde konuşabilir ya da düşünebiliriz. Şimdi bizi hayvanlardan ve robot olmaktan ayıran kısım da bu değil mi zaten? Peki o zaman şu oluyor. Bizler hayatın içerisinde savrulurken, sadece düşündüğümüzü ve sorguladığımızı SANIYORUZ. Gerçek sorgulama, bunu neden yaptığımızın bilinçaltı sebeplerine hatta dış etmenlerine kadar bilmek ve farkında olmaktır diye özetleyebilirim. Aksi halde az önce de söylediğim gibi robotun kendisi de cevap verebildiği ya da bir eylem gerçekleştirebildiği için kendisini düşünen ve algılayabilen bir varlık olarak düşünebilir. Ama bu yüzeysel bir düşünüm ve algılamadır. Eğer robot fikri sizde fikren bir şey çağrıştırmadıysa bunu bir kedi ya da köpekle de değiştirebilirsiniz. Unutmayın onları sevdiğimizde ya da onlara yemek verdiğimizde, kötü davrandığımızda ya da iyi davrandığımızda bize karşı tepki verirler ve bir duygu beslerler. Onlar da bilinçlidir. Ama işte bu bilinç üstünkörü bir bilinçtir. Yaprağın rüzgarda savruluşu bilinci. Yaprak savrulduğunun farkında olsa zanneder ki, kendisi savruluyor. Ona etki eden bir rüzgardan haberi olmaz. Asıl sebebi bilmez. İşte asıl sebep olan rüzgarı keşfetmektir. Yani varoluşu hissetmek, bilinçli bir zihinle mümkündür. Farkında ve neyi neden yaptığının temel sebeplerini DEĞİŞTİREBİLECEK GÜÇTE olan bir zihin ve eylemselliktir. Gerçek bilinç, gerçek farkındalık ve gerçek varoluştur. Peki şimdi biraz daha inceleyelim. O halde gerçek varoluş nedir?
GERÇEK VAROLUŞ NEDİR?
Gerçek varoluş, somut bir yaşam belirtisi ve hacim kaplayarak bulunmak mıdır? Yoksa düşünmek, sorgulamak ve bir cevap aramak mıdır?
Yüzyıllar boyunca insanlar gerçekten var mıyım? sorusunu düşündü. Ve var olduğumuzu kabullendik. Ergenlik çağında hayatı sorgulamaya başlayan bir birey de acaba bizi bilgisayar oyunlarındaki gibi yönlendiren birileri var mıdır? sorularını sorar. Gerçekten var olduğunu bilse ya da hissetse bile. Fakat peşinde koştuğumuz bu var mıyım sorusunu ya yanlış soruyorsak? Bu düşünceyi edinmemi sağlayan tabii ki daha önce düşünmüş düşünürlerin fikirleri. Sokrates'in, sorgulanmamış bir hayat, yaşanmaya değer mi? demesi gibi. Henüz kitabını okumakta olduğum için özellikle ondan da bahsedeceğim, Spinoza'nın özgür irade var mıdır? sorusunda, bir şeyi neden yaptığımızı bilmediğimiz sürece özgür irade yoktur demesi, beni aynı paralellikte neyi neden yaptığımızı bilmeden, neden hissettiğimizin farkında olmadan ya da neden istediğimizi, gerçekten var olmuş olur muyuz? sorusuna itti. Çünkü o zaman bir yaşam belirtisi gösteren hayvandan, uzaydaki bir yıldızdan (sadece nefes almasından, üremesinden söz etmiyorum. Aynı zamanda hacim olarak yer kaplayan ve algılanabilir somut her şeyden söz ediyorum.) Esen rüzgardan ya da bir taş parçasından bile, bizi farklı kılan ne olur ki? diyorum. Bir önceki soru başlığında da açıkladığım gibi. Yani buradaki VAR OLMAK kelimesinin anlamını değiştiriyorum. Varlık göstermek tamam, gerçekten var olmak nedir? Var olmayı hissetmek nedir? Gerçekten var olmak mümkün müdür? Şimdi metnin içinde de söylediğim gibi, sıradaki soruda Yaşamak ve hissetmek nedir? var. Yani gerçek varoluş, sorgulayabilen ve bir şeylerin sebeplerini bilebilen, üretebilen ya da düşünebilen bir zihinse (çünkü bizi somut varoluş belirtisi gösteren diğer şeylerden ayıran terimler ve olgular bunlar) O halde var olmak ve bunu hissetmek, var olmak yani yaşamak... ve bunu hissetmek nedir?
YAŞAMAK (var olmak) VE HİSSETMEK NEDİR?
Kaçımız gerçekten yaşıyoruz, kaçımız yaşadığımızı varsayıyoruz?
Belki düşüncelerime karşı çıkan ve ne saçmalıyor diyen biri çoktan olmuştur. Hatta belki okumayı bırakmıştır bile. Ya da tam bu noktada bırakmayı düşünmüştür. PEKİ BUNU NEDEN DÜŞÜNDÜN? DÜŞÜNDÜĞÜNDE NE HİSSETTİN YA DA HİSSİN SANA BUNU NEDEN DÜŞÜNDÜRDÜ? BU DÜŞÜNCENİN KAYNAĞI NEYDİ? BUNU BIRAKMAK İSTEMENİN SEBEBİ VE BUNU SANA UYGULATAN ŞEY NEYDİ? BUNU YAPTIĞINDA NE HİSSETTİN YA DA YAPMADIĞINDA?
Var olmaktan kastım tam da bu. Var olma belirtisi gösteren somut herhangi bir şey bunları düşünmüyorsa, var olmuş olur mu? Var olmak kelimesini bu andan itibaren yaşamak kelimesi ile değiştirmek istiyorum çünkü var olmak kelimesi burada çok fazla terimsel ve ağır kaçıyor gibi geldi bana. Ve ne anlatmak istediğimden okuyucuyu da biraz uzaklaştırıyor gibi.
Sizi siz yapan bir sürü değer var. Kişinin kendisi olması konusuna ayrıca değineceğim ve inceleyeceğim, kaçımızın gerçekten içimizden gelen biz olduğumuz sorusuna da geleceğim fakat önce gerçekten düşünmek ve sorgulamakla, var olmak yani yaşamanın ne olduğunu anlarsak, o zaman gerçekten biz, benliğimiz, olmak istediğimiz biz miyiz sorularını da daha iyi anlayabileceğimizi düşünüyorum.
Konuyu daha fazla dağıtmadan, başlıktaki soruyu inceleyelim. Gerçek var olmak/yaşamak sadece bir yaşam belirtisi ve yer kaplama hali değildir. Ne yani diğer varlık gösteren şeyler var değil midir? diyebilirsiniz fakat ben bundan söz etmiyorum. Gerçek kelimesinden kastım, bilinçli, uyanık, ve farkında olma hali aslında. Bilinçli yaşamak, yaşamanın farkında olmak, neden yaşadığının, neden istediğinin bilincinde olmak. Yani rüzgar buradan esti bu tarafa savrulmak zorundayım deyip, sadece savrulmak değil. Gerçek var olmak/Bilinçli-farkında yaşamak çok basit ama sorgulamaktan geçiyor. Ve inanın bana dünyadaki sorgulama yeteneği olan insanların çok büyük bir oranı bu yeteneğini kullanmıyor ve rüzgarda savrulan bir yapraktan hiçbir farkı kalmıyor. Yani GERÇEKTEN VAR OLMUYOR/BİLİNÇLİ-FARKINDA YAŞAMIYOR. Mesela bir ürün aldınız diyelim. O ürünün bir özelliğini biliyorsunuz bir yerde okudunuz yani varlığından haberiniz var ama bilinçli olarak fark etmediniz ve kullanmadınız, hatta tam olarak nasıl kullanmanız gerektiğini de anlamadınız. Bir gün bir arkadaşınız geldi ve size bunun var olduğunu söyledi. Sizin diyeceğiniz ilk şey BİLİYORUM olur. Karşıdan gelecek diğer yanıt da, o zaman neden kullanmıyorsun? olur değil mi? Siz de şunu dersiniz, nasıl kullanacağımı anlamadım, ya da beceremedim ya da gerek duymadım, kullandığım kısmı bana yetti. Tam bu kısımda durmak istiyorum. Çünkü az önce verdiğim örneği değiştirdiğim kelimelerle tekrar okumanızı istiyorum.
Ürün sizsiniz. Ürünün özelliği ise sizin bilinciniz yani farkındalığınız ve sorgulama yeteneğiniz. Yani neyi neden yaptığınızın farkında yaşamak. (ürünü özelliğiyle birlikte kullanmak. İnsanın sorgulamasını, bilincini, farkındalığını bilerek yaşamak.) Hadi şimdi örneği tekrar okuyalım,
Mesela bir insansınız diyelim. O insanın bir özelliğini biliyorsunuz bir yerde okudunuz yani varlığından haberiniz var (bilincinizi ve sorgulayabileceğinizi biliyorsunuz. Bilmemeniz mümkün değil)ama bilinçli olarak fark etmediniz ve kullanmadınız, (ama gerçek manası ile hayatınızı ve varlığınızı sorgulamadınız, yaşamı nedenselliklerle yaşamadınız. Yani neyi neden yaptığınızı, yapmak istediğinizi bilmeden, dogma kelimelerle ve sebeplerle yaşadınız. Örneğin, giyindiniz. Neden, çünkü üşüdüm neden çünkü ahlaki. Ama neden gerçekten giyinmeniz gerektiğini bu ahlakın nerden geldiğini ve bunu neden yapmak zorunda olduğunuzu hiçbir zaman sorgulamadınız. Gerçek var olmak yani bilinçli yaşamaktan kastım bu. Tabii ki konu giyinmek kadar basit bir şey değil. Daha anlaşılır kılmak için hayal edilebilir bir örnek verdim sadece.) hatta tam olarak nasıl kullanmanız gerektiğini de anlamadınız. Bir gün bir arkadaşınız geldi ve size bunun var olduğunu söyledi. Sizin diyeceğiniz ilk şey BİLİYORUM olur. (Biri sizi düşünmeye ve sorgulamaya teşvik etti. Ve hayatınızı sorgulamaya başladınız. Yani özünüzde bildiğiniz bir şey sorgulamak. Çocukken bile bu ne, bu ne! diye öğrenmek için bir çok nesneyi sorar ve sorgulardık. Fakat tam da burada sizin sandığınız sorgulama işte bu. Basit ve yüzeysel nedenler ve sebepler. Bu yüzden aslında sorgulamayı bildiğinizi/farkında yaşamayı/gerçekten var olmayı bildiğinizi düşünüyorsunuz.)
Karşıdan gelecek diğer yanıt da, o zaman neden kullanmıyorsun? olur değil mi? Siz de şunu dersiniz, nasıl kullanacağımı anlamadım, ya da beceremedim ya da gerek duymadım, kullandığım kısmı bana yetti. (Ben en çok kullandığım kısmı bana yetti, cevabını seçiyorum. Çünkü dediğim gibi sorgulamayı herkes en basitinden, bu bana neden böyle davrandı? derken bile yapıyoruz. İşte sorgulamanın ve bilinçliliğin bir derecelendirmesini yapabiliriz diye düşünüyorum. Freud'un bunu bilimsel olarak fark ettiğindeki gibi. Bilinçaltı, bilinç ve bilinç üstü.)
Özetlemek gerekirse, Gerçekten var olmak/bilinçli-farkında yaşamak sadece günlük şeyleri sorgulamak ya da düşünmek değildir. Yine henüz onu okumakta olduğum için ETHICA'dan örnek göstermem gerekirse, Tözün sonuçlarını, moduslarını sorgulamak bize asıl cevabı vermez. En azından modusların nedeni töze bağlanmıyorsa. Okumayanlar için de açıklamam gerekirse, İnsanın, kolunun ne işe yaradığı sorgulanabilir fakat bunu kullanmanın amacını ve bunun neyden geldiğini, neye bağlı olduğunu ve o bağlı olan şeyin ne olduğunu sorgulamamak, yüzeysel bir sorgulamadır. Çünkü biz sadece kolu biliriz ve kol içinde kalırız fakat onun da sebepleri ve nedenleri vardır. Gerçek bilgi ve yaşam kolda kısıtlı kalamaz. Eğer kolda kalırsa, arkasında var olan onca şey kullanılmamış olur ve gerçek bir bilgi sağlanamaz. Bu yüzden koldan öteye de gidemeyiz, geriye de. Ve kolu ASLINDA neden kullandığımızı asla bilemeyiz. Sadece kolu kullanırız. Yukarıda verdiğim örnekte olduğu gibi. Yani tözü bilmeden, nedenlerini bilmemizin bize tam manasıyla bir faydası dokunmaz. Ve bu bilinçli sorgulama olmaz. Bilinçli yaşamak da olmaz, gerçekten varoluş da.
Şimdi bu gerçekten varoluş nedir? Bunu hissetmek nedir? sorularının yanıtlarını verdiğimizi düşünüyorum. Konuyu bizim yaşamlarımıza indirgediğimde çok daha iyi anlaşılacağını da düşünüyorum. Özet geçersek, gerçek varoluş, bir davranışı, bir düşünceyi neden yaptığımızın bilincinde olmaktır. Farkında yapmaktır ve refleksif yaşamamaktır (rüzgarda savrulan yaprak gibi). Biliyor musunuz, bunu yazarken, aslında hayatımızda yaptığımız hataları da en aza indirgeyebileceğimizi de fark ettim. Çünkü bilinçli ve temel sebebi bilinerek yapılan her şeyin sonuçlarını da kaldırabiliriz, çıkan sonuçları sevedebiliriz. Çünkü bunu bilinçli, isteyerek, düşünerek yaptık. Böylece şahsi mutluluğumuzu bulmaya ve onu yaratmaya kadar gidebiliriz. Şu an bu nasıl mümkün olabilir ki diyen de vardır, dediklerimin mantığını anlayıp, bana hak veren de. Bir şey daha eklemek istiyorum. Tabii ki bizim kontrolümüz dışında ve nedenini bilemeyeceğimiz nedenler de var. Fakat ben bizim irademiz altındaki ve kontrol edebileceğimiz büyük bir resimden söz ediyorum. Yani henüz ulaşamadığımız ve nedenini bilmediğimiz uzaydaki bilinmezliklerdense, dünya üzerindeki yaşadığımız ve ürettiğimiz şeylerden gibi de düşünebilirsiniz. (Bu bir örnekti.)
Bunları bilmeden ve farkında olmadan yaşayınca kendi hayatımızı mı yaşamış oluyoruz? Yoksa devletlerin, çevrenin, toplumun bizden istediği şeyleri mi? O zaman biz tamamen biz (kendimiz) olabilir miyiz?
İnanın, soruları hedefleyerek yazmıyorum. Sorguladığım ve açıkladığım her şey bir sonraki soruyu doğuruyor. Ve başa dönüp sıradaki soruya baktığımda aynı noktaya varıyorum. Bu bana (en azından şahsi düşüncem olarak) doğru bir sorgulama yaptığımı ve doğru sonuçlar önerdiğimi düşündürüyor.
Bir örnekle giriş yapmak istiyorum bu konuya. Diyelim siz bir kedi/köpeksiniz. Ve sahipleriniz var. Siz bir kedi olarak balığı çok seviyorsunuz. Ve sahiplerinizden bunu talep ediyorsunuz. (Bu devlet kuruluşunun başlangıcı varsayılsın. Bunca insanı düzenleyen, ihtiyaç ve taleplerini hayata geçiren bunların nizamını sağlayan kişi ve kişilerin doğuşu) Onlarda bunu bilerek size balık veriyor diyelim. Fakat bir zaman sonra sahipleriniz size balık vermek istemeyi bıraktı. Siz bir süre daha talep edersiniz ve daha sonra balığın geleceği ümidini keserek size verilenle yetinmeye başlarsınız. (Bu da daha çok günümüz devletleri.) Çünkü sahipler sizin hakkınızda sizden daha iyisini bildiğini iddia edecekler. Çünkü onlar yönetici. Fakat siz size neyin daha iyi gelip gelmeyeceğini elbette ki daha iyi bilirsiniz, o ayrı konu.) Fakat zamanla (devletlerin doğuşundan bu yana) Sizin talebiniz balık olsa da, sahiplerinizin size bunu veremeyeceğini kabul ettiğinizde, kendi isteklerinizi göz ardı etmeye başlarsınız ki, sahiplerinizin istediği de tam da budur. Tam da bu sırada, balık yerine size tavuk vermeye başlasınlar. Siz tavuğu daha az sevseniz dahi, elinizde bu vardır ve bununla yetinirsiniz. Ve sahiplerinize size bir tavuk verdiği için teşekkür edersiniz. Ve artık balık yerine tavuk beklemeye başlarsınız. (Kedi/köpek verdiğimiz şeyler dışında bir şey bulamaz elbette ve sahiplerini değiştiremezler fakat biz insanlar olarak bunu yapabiliriz. Bu örneği fikren zihnimize otursun diye verdim. Siz buradaki örneği, sahiplerini değiştirebilecekken değiştirmeyen, onlara balık verebilecek sahipleri tercih etmektense var olan sahiplerinin ona verdiği şeylerle yetinen kedi/köpekler hayal edin.)
Düşünsenize, belirli markalar, bir ürün çıkarttığında tonlarca, milyonlarca insan o ürünü almak için birbirini eziyorlar. Bu bilindik bir şey. İşte ben bunun bir dayatma olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Öyle bir algı yanılgısı ve harika bir oyun yapılıyor ki, kapitalizm sistemi ve devletler, hatta devletlerin arkasındaki o kişiler, bizi deney fareleri olarak görüyorlar. Ne isterlerse onu biz istiyormuşuz gibi gösteriyorlar. Kedi örneğinde verdiğim ve özellikle kalın yazdığım yeri tekrar okursanız daha iyi anlayacağınızı düşünüyorum.
Lütfen tam bu anda bir durup, karşı düşünmek için düşünmeden, ne demek istediğimi anlamaya çalışır mısınız? Sizce gerçekten de istediklerimizi mi yaşıyoruz? Yoksa bizden sevmemizi istediklerini mi seviyoruz, yapmamızı istedikleri şeyleri mi yapıyoruz? Örnek olarak yukarıda verdiğim, çok ünlü markaları almak için birbirini ezen insanları sayabilirsiniz.
Şimdi bir insanın devletten çok daha üstün çok daha belirleyici bir birey olduğunu söyleyerek bu konuyu burada kapatıyorum çünkü bu direkt bir devlet ve siyaset felsefesi içerisine giriyor. Benim en azından burada belirtmek istediğim temel şey, gerçekten düşünmeden, düşündüğümüzü sanmamızdır. Yani sahiplerin, kediye o tavuğu dayatması ve kedinin artık balık yerine tavuk beklentisi içine girmesi gibi. Fakat kedi o balık fikrinden vazgeçmez ve bunu sahiplerine dayatırsa, sahipleri bir yerden sonra direnemeyecek ve o balığı onlara vermek zorunda kalacaktır. YANİ BELİRLEYİCİ HER ZAMAN SİZSİNİZ. Ne kendi zihninizin kölesi olun, ne de başkalarının...
Devlet ayrıntısını burada sonlandırdığıma göre, toplumun bize dayattığı şeyleri de devlettekinden pek farklı sayamayız. Toplumdaki güzel ahlak incelemesini yapmayacağım. Yani, iyilik yapmak, zarar vermemek, yardımlaşmak gibi insani, güvenlik ve sevgi taşıyan şeylerin dışında konuşacağım. Tavır, davranış, düşünce özgürlüğünden bahsedeceğim aslında.
Burada, toplum aynı kedi ve sahip örneğini verdiğimdeki gibi düşünülebilir. (az önce de belirttiğim gibi) Toplum (aileniz, arkadaşlarınız, öğretmenleriniz, çevrenizdeki herhangi bir birey ya da bireyler) bir şeyi gerçekte nasıl düşündüğünüzü asla bilemezler. O şeyi ne kadar algılayabildiğinizi, o şey hakkında ne düşündüğünüzü, ne kadar geliştirebileceğinizi, yetenek seviyenizi, arzularınızı, bilinçaltınızı, tecrübe ettiklerinizi, vs.. Dolayısıyla, toplum asla belirleyici unsur olamaz. Düşünen zihin her şeyden üstündür. Ama yalnızca düşünen ve sorgulayan değil, en azından kendi sorumluluğu üstünde, neyi neden yaptığının farkında olan bir zihin. Yani basitçe örneklemem gerekirse yine, insan içinde dans etmek, kahkaha atmak, bir çok kişi için, dikkat çekme çabası gibi görünse de, siz bunu içinizden geldiği için, mutlu olmak için, KALDI Kİ GERÇEKTEN DE DİKKAT ÇEKMEK İÇİN yapıyorsunuz. Sormanız gereken temel şey şu, kimseye zarar veriyor muyum? Yani temel ahlak ilkelerini işgal ediyor muyum? Siz, sizsiniz. Lütfen kendi zihninizi ve bedeninizi yaşayın. Başkalarının sizden yaşamanızı istediği şeyleri değil. Onların yaşadığı bir hayat ve zihin zaten var. Kaldı ki siz de bir başkasının hayatını yaşamaya kalkmayın. Onun yerine düşünmeyin (bu yardımlaşma ve fikir alışverişi kısmının dışında). Ona neyin gerçekten iyi gelip gelemeyeceğini asla bilemezsiniz. Ya da başkaları sizinkileri bilemez. Yukarıda da belirttiğim gibi, tecrübelerinizi, düşüncelerinizi, hayatınızı, çevrenizdekileri, arzularınızı kimse bilemeyeceğinden. Herkes kendi çapı ve zihni doğrultusunda yorum yapar. Ama siz ne o çaptasınız ne de o zihinde.
Burası biraz incelemeden çok psikolojik önerme gibi oldu. Ama lütfen burayı inceleme olarak ve düşünmeye itme olarak okursanız, beni daha iyi anlamış olursunuz. Çünkü size ne yapıp yapmamanız gerektiğini ben söyleyemem. Sadece bir önerme ya da düşünce biçimi sunup, sizi düşünmeye itebilirim. Ve buna karar verecek kişi, sizsiniz.
Özetlemek gerekirse, son sorumuz, biz tamamen biz olabilir miyiz? Düşündüyseniz eğer, başkalarının, devletlerin, çevrenin, toplumun dayatmaları, yukarıda da belirttiğim gibi, kendi zihinleri, talepleri ve çapları içerisinde olacağı için, bir köleden ya da robottan, yönlendirilen, düşünemeyen ve iradesi olmayan bir varlıktan (var olan, varlık gösteren, somut herhangi öylesine bir şeyden) farkımız kalmaz. Biz yalnızca, kendimiz olabilirsek yani bu süreçte, neyi neden yapıp, neden istediğimizi, bilinçaltımızdan tutun, tecrübe ettiklerimize kadar dayandırabilir ve bir sebep gösterebilirsek, işte o zaman kölelik kalmayacak (zihinsel ve bundan doğan hareketsel kölelik diyebiliriz buna) ve gerçekten olmak istediğimiz, yapmak istediğimiz, kendimizi çok daha iyi tanıyabilecek, hatta kanıt sunabilecek bilinçte, kendimiz olabileceğiz. Bu yazının sonuna da Prof. Dr. Ahmet Cevizci'nin "Felsefeye Giriş" kitabında yazan yazıyı ve yine Spinoza'nın özgür iradenin olmadığını anlattığı ETHICA kitabında benim gerçek varoluşun kaynağı olarak anlatmak istediğim şeyle örtüşen yazısını da eklemek istiyorum.
"...Öte yandan, düşünmeden ve sorgulamadan yaşayan insanları her yöne çekmek mümkündür. Sorgulamadan, düşünmeden yaşayan bu türden bir insan ya da bireyin hipnotize olmuş bir kimseden, bilinçsizce hareket eden bir kukladan pek farkı olmaz. Böyle bir insan sadece karnını doyurup, hayatta kalır, yaşamını bir şekilde sürdürebilir. Ama onun yaşadığı hayat ne kadar "insana yakışan" bir hayattır?" - Felsefeye Giriş
"... Öyleyse hem aklımız hem de tecrübelerimiz bize insanın kendi davranışlarının bilincinde olduğu durumlarda bile, kendisini böyle davranmaya iten nedenleri bilmediği için özgür olduğuna inandığını açıkça gösteriyor." - ETHICA
Ethica'da Spinoza'nın özgürlük kelimesini, ben var olmak, yani daha önce de belirttiğim gibi, bilinçli yaşamak olarak adlandırıyorum. Özellikle Ethica'daki alıntıyı unutmamanızı rica ediyorum. Çünkü yazımın ileri kısımlarında psikolojik gözlemlemelerimdeki, bilinçaltı ve tecrübelerimiz sebebiyle yaptığımız, davranışlarımızın sebebini bildiğimizi sandığımız fakat her şeyden bir haber olduğumuzu anlatacağım kısımda da konuyu özetliyor olacak. Burayı sizin daha detaylı düşünmenizi isteyerek bitiriyorum. Burayı daha detaylı biçimde, psikolojik süreçlerimizi ve düşünce silsilelerimizi incelediğim yazının devamında daha detaylı anlatacağım.
Kaçımız sahi benliğimizi ve varoluşumuzun sebebini keşfedebiliyoruz? Bunu keşfetmek mümkün müdür?
Ethica'daki bu yazıya kendimden bir örnek katmak istiyorum. Elinize ilginizi çeken bir kitap aldınız diyelim. (Kitabın konusu sizin hayatta seçtiğiniz meslek veya olmak istediğiniz kişi olabilir. Kitabın başlangıcı hayata gözlerinizi açtığınız zamandan bitişi de ölümünüze olan süreç olsun.) Bu kitabı okumaya başladınız. Fakat kitabı okurken aklınızdan bir sürü başka şeyler geçti. Kitabı yarıladınız ve hiçbir şey anlamadınız. Çünkü kitabı okuduğunuzu bile unuttunuz. Ağzınızdan sadece kelimeler geçiyor, anlamlarını zihniniz algılayıp bir şey oluşturmuyor. Çünkü aslında o anda orada değilsiniz. Kimileri kitabı okurken bir yerden sonra hiçbir şey anlamadığını fark edip bir durur. Ben şu anda ne okuyorum ki? diye. Kimileri de o kitabın sonuna kadar uyuklayarak okur ve ne anlattığını sorsanız hiçbir şey söyleyemez. Çünkü aslında OKUMAMIŞTIR. Sadece konuşmuştur. (gerçek hayatta bir kitabı sonuna kadar anlamadan okumak mümkün olmadığı için bunu ne demek istediğimi izah edebilmek için verdiğim bir benzetme olarak düşünebilirsiniz.) Lütfen okuduğunuz kitabı ANLAYARAK OKUYUN.
Bunun üzerine bir arkadaşımla tartışırken bana şunu söyledi, bu da onların tercihi; bilinçsiz ve farkında olmadan, anlamadan yaşamak. Fakat Spinoza'nın da dediği gibi özür irade yoktur. Sadece nedenlerini bildiğimiz zaman irade vardır. (cümle tam doğru olmayabilir ama ona yakın bir anlam içeriyor) İşte o zaman, kitabı okuduğunun farkında bile olmayan biri ya da işte bilinçsiz yaşadığının farkında olmayan biri sizce bir tercih içerisinde midir gerçekten? Eğer sorgulamış ve bilinç kazanmış, neyi neden yaptığını biliyor olsaydı, evet ben bunu iki seçenek arasından seçtim, diyebilirdi. Fakat o bir seçeneğinin olduğunun bile farkında değil.
Burada asıl kastettiğim şey sizin bilim, felsefe konusunda uzmanlaşmanız, evrenin çözülememiş sırlarını çözmeniz vs.. değil. Elinize aldığınız kitabı anlasanız ve birine ne anlattığını anlatabilseniz yeter. Çünkü siz anladığınızda 1 kişi farkındalık kazanmış olacak, birine anlattığınızda iki kişi, o birine anlattığında üç kişi ve böylece sürüp gidecek. Yaşadığınız hayatı neden yaşadığınızı, neden ilkini değil de ikincisini seçtiğinizi, neden yumurta değil de salata sevdiğinizi bilmek bunların en temel sebepleri. Ama tabi ki olay bu kadar basit bir şeyden ibaret değil. Yaptığınız iş, seçtiğiniz meslek, edindiğiniz arkadaşlar, siz farkında yaşadıkça ve fark edip, fark ettirdikçe hem kendi hem de başkalarının hayatlarını anlamlandırmış olacak, farkındalık kazanmış olacaksınız. En basit örnek, ben bunu nerde yapıyorum, kendi psikolojimde neyi neden istediğimi neden düşündüğümü ve o düşüncenin beni nasıl tetiklediğini. Bu tetiklenmeden hangi kararları aldığımı ve kararların sonucunda çoğunlukla neler yaşadığımı vs.. diyebilmekten söz ediyorum. Siz neyi neden düşünüp, yaptığınızı bilirseniz, bir başkasında sizin daha önce kendinizde fark ettiğiniz bu silsileden birini görebilir ve ona sunabilirsiniz. Böylece ona yardımcı olabilir ve belki onun da fark etmesini sağlayabilirsiniz. Yukarıda bahsettiğim de buydu.
Var olmamızın sebebi veya bir anlamı var mı?
Peki ya, varoluşumuzun bir sebebi var mı gerçekten? Bilimsel olarak hayır, spiritüel olarak evet. Size göre ne peki? Önemli olan gelecekte olacakları kader bellemeniz ya da başınıza gelenleri, bir gün seçmiş olacağınız şeyleri bir varoluş sebebi olarak atfetmemeniz gerektiği. Bu yanlıştır çünkü bu sizi şu andan alıkoyar. Bunu şahsi olarak tecrübe ettim. Herkesin inancı kendine elbette ama bilmediğimiz bir geleceğe anlamlar atfetmek bence çok yanlış. Asıl varoluş sebebiniz, seçimlerinizdir. Sizin dünyaya gelişinizi anlamlandıran şeyler sizi siz yapan "benlik" özelliklerinizdir. Sizin yetenekleriniz, algınız, tercihleriniz, sevdikleriniz ve size dair her şeydir. Görmediğiniz, henüz ne olacağını hiçbir şekilde bilemeyeceğiniz bir bilinmezlikten medet ummak, karanlık ve daha önce hiç bulunmadığınız bir yerde kendi eşyalarınızı aramaya benzer. Orada size dair bir şey var mı onu bile bilmezsiniz. Size ait eşyalar aydınlık olan kendi odanızdadır. Yani seçimlerinizde. O yüzden temelde insanların çoğu sürekli bir mutluluk ve anlam peşinde koşar. Halbuki tüm anlam kendilerindedir. Tüm mutluluklar tercihlerinde saklıdır. (Tabi bu tercihleri bazen kontrolümüz dışında yaparız bunu da bilinçaltını keşfetme ve kontrol etme kısmında, son başlıkta yazacağım.) Sürekli uzağa bakıldığı için, tüm anlamlar geçmiş veya gelecekten çıkarılmaya çalışıldığı için insanların duygularıyla oynamak, onları kontrol etmek oldukça kolay olur. Çünkü asıl zaman şu andadır. Bunu biraz düşünürseniz anlarsınız ki, geçmişi yaşamışsınızdır geçmişi bir daha şu anda yaşayamazsınız, geleceği de henüz yaşamadınız ve bir anda geleceğe gidip yaşamanız mümkün değildir. Dolayısıyla tüm zaman şu anda kilitlidir. Eğer insanlar bunun farkında olmazlarsa; İntikam, pişmanlık gibi geçmiş zaman ile üreyen duygular veyahut hırs ve umut gibi gelecek zaman ile üreyen duyguları kullanarak birini yönetmek ve yönlendirmek oldukça basit olur. Fakat bir birey olarak tüm zamanın sadece şu andan var olduğu bilincinde olursanız, mutluluk, yaşamınızın anlamlanması (varoluş sebepleri) ve hayatınızın kontrolü çok büyük ölçüde sizin elinize geçer. Yani inancınız varsa ve hayata geliş amacınızın olduğunu düşünüyorsanız bile emin olun başınıza gelen şeyleri ya da geçmişte gelmiş olan şeyleri (hatta daha da spiritüel düşünenler için reenkarnasyon gibi inançlar) kabullenip, hayat ve var olma amacım buymuş diyerek boyun eğmek kendinize yapabileceğiniz en büyük kötülük ve hakaret olacaktır. İradeniz olduğunu düşünüyorsanız neden bazı şeyleri değiştirmekte kullanmadınız ya da kullanmıyorsunuz da neyse kaderim buymuş, bunları yaşayacakmışım diyorsunuz? (ben genel konuşuyorum). Ama sizi siz yapan şeyler, benlik kısmında da açıkladığımız gibi sizi diğerlerinden ayıran tüm özellikleriniz değil miydi? O halde neden başınıza gelen şeylere boyun eğiyorsunuz? Örneğin bir şeyi başaramadığınızda, bir şey size dayatıldığında, ne yapalım.. diyerek geçiştiriyorsunuz? Peki biri, sen böyle yapmıştın, sana bunlar yapıldı veya sana bunları vadediyorum vb. cümleler kullandığında edindiğiniz düşünceler dolayısıyla duygular ve eylemler sahiden size mi ait? Bunları siz zaten düşünmemiş ya da hayal etmemiş miydiniz? o halde neden bunlar size tekrar söyleniyor? hatta diyelim etmediniz o halde şu an edindiğiniz düşünce, duygu ve eylemler sahiden size mi ait yoksa dolduruluyor musunuz? (başkasınınkiler size mi aktarılıyor) bir manipüle altındasınız gibi geliyor bana. O zaman irade bunun neresinde? Kendi hayatınız (tercihleriniz) tamamen size mi ait? Ben diyorum ki, tüm hayatınızı istediğiniz şekilde ve daha mutlu yaşamanız, en azından bir tık bile olsa farkında yaşayacağınızdan ve bu yüzden kontrol etmeye başlayacağınızdan, anlam veremediğiniz hataları düzeltme fırsatı bulacak, daha çok başarı elde etmeye başlayabilecek, doğru insanlar seçebilecek ve tüm bunlar sayesinde bilinçli olarak hayatınızı anlamlandırabileceksiniz. (Yani seçimler yapabileceksiniz) Ve unutmayın, geçmişte yaşananlar ya da gelecekte olacaklar şu anda değiller. Bu yüzden asla sizin kontrolünüzde olamazlar. Tek gerçek zaman ve an, ŞU AN'dır. Demek istediğimi özetlersek, geçmişten ya da gelecekten anlam çıkartmak boştur. Elinizde şu anda ne varsa, neleri seçip tercih ettiyseniz, hayatınıza dair tüm anlam, sebep ve mutluluklar işte buradadır. Hayata geliş amacınızı merak ediyorsanız tarot kartları, astroloji ya da reenkarnasyon gibi değişebilir ve bir kesinliği olmayan ilim ve bilgilerdense, daha gerçekçi olan şu andaki tercihlerinizde zaten bulabilirsiniz. Dediğim gibi gözümüzün önünde, avcumuzun içindeki şeyleri çok uzakta arıyoruz. Neyi neden yaptığımızı bilmek, iç güdülerimizi takip etmek, gözlemlemek ve değerlendirmek, bilinçaltımızı keşfetmek inanın bana sizi bambaşka bir insan olmaya, hep olmak istediğiniz ama yapamadığınız tonlarca şeyi yapmaya kadar götürüyor. Mutluluğun sırrı, hayatınızın anlamı tamamen sizde ve şu anda saklı. Ve asıl kısma geliyoruz şimdi. Burada anlattıklarımı nasıl bilebilir, uygulayabiliriz?
Davranışlarımızı gözlemleyerek ve kontrol ederek gerçek varoluşa erişebilir miyiz?
Gerçek varoluştan kastım, bilinçli ve farkında yaşamaktı. İşte bu başlıkta bilinçli yaşamak ne demek ve bu bilinçle yapılan gözlem nedir ve tüm bunların sonunda bunları nasıl değiştirebiliriz? bunları anlatacağım.
Spinoza'nın ETHICA kitabından kısa bir alıntı yaparak başlamak istiyorum;
"...Çünkü daha önce de sıkça belirttiğim gibi, insanlar eylemlerinin ve iştahlarının bilincinde olsalar bile kendilerini bir şey istemeye sevk eden nedenleri bilmiyorlar..."
Yani aslında söylemek istediği bana göre, isteme eylemini gerçekleştirirken bu eylemin bilincinde olsalar da bu eylemin altında yatan neden ve dürtünün ne olduğunu ya da nereden geldiğini bilmiyorlar.
DEVAM EDECEK
Comments